Nizamettin Okutan
Şu insanoğlu ne kadar gafil. Gaflet uykusuna öylesine dalmış ki, ne yaptığını dahi bilemeyecek derecede gafil hâle gelmiş.
30 binden fazla canımızı verdiğimiz şu depremin bizi gafilliğimizden, gafletimizden ve boş vermişliğimizden kurtulmamızı vesile olması için dua ediyorum.
Ya Rab! Bizle akıl ver, izan ver, aklımızı kullanabilme kabiliyeti ver!
Belki şimdiki gençlerin çoğunluğu değişen toplum şartları veya aynı şekilde değişen dil/lisan değişikliklerini olanca hızıyla yaşadığımız şu devirde gafili de gafleti de bilemeyebilirler. Onun için gafletin ve gafilliğini ne olduğunu kısaca izah etmek istiyorum.
Bazıları, gaflet denildiğinde aklına hemen dikkatsizlik, dalgınlık veya yanılma gibi ifadeleri getiriyor. Hayır gaflet o değil. Gaflet, bir şeni doğrusu var iken, doğrusunu, güzelini, faydalısını aramak yerine, kolayına geldiği için tersini yapmak demektir gaflet. Yani o kadar da masum bir kelime değil.
O yüzdendir ki, depremin bizi gaflet uykumuzdan uyandırmasını diliyorum rabbimden. Öyle görünüyor ki, eğer mühendisler, müteahhitler, mimarlar, yapı denetimcileri yukarıda benim söylediğim şekilde gaflete düşmeseydi 30 binden fazla canımızı kaybetmeyebilirdik. Bakın o bina nasıl da bunca sarsıntıya dayanabiliyor da bu bina niye dayanamıyor!?
Bu yıkılan binayı yapanların hepsi, gaflet içinde. Hatta, daha doğrusu, hıyanet içindeler.
Deprem vesilesi ile biraz nefis muhasebesi yapalım diyorum. Bazı soruları hep beraber kendi kendimize soralım istiyorum.
Bu depremde hayatta kalıp sokakta, o dondurucu soğukta yaşamak zorunda kalan kardeşlerimizin hâliyle kendi hâlimizi karşılaştıralım. Evleri yıkılan, canları kaybolup giden kardeşlerimizle. Aslında evimizin çok küçük mü? Ya da çok soğuk mu? Yattığımız yatağın, üstümüzdeki yorganın markası çok mu önemli?
Ya da, yediğimiz yemeğin tuzunun, salçasının, etinin, sebzesinin, az yada çok olmasının çok önemli olmadığını anlayabiliyor muyuz? Ballandıra ballandıra anlattığınız telefonumuzun, arabamızın markasının, yazlığımızın, zenginliğimizin bir önemi kaldı mı?
Öyle ki, milyonlarca liraya aldığımız konutun belki de mezarımız olabileceğini, üstümüzdeki montun, ayağımız üşümesin diye bir köşede duran battaniyenin kıymetini, sıcak bir çayın, çorbanın, ekmeğin nasıl da hakikaten çok kıymetli bir şey olduğunu anlayabiliyor muyuz?
Ya da kalbini kırdığınız bir insanın gönlünü almaya vaktiniz olamayacağını, kaçırdığınız trenin, vapurun dolmuşun arkasından telaş yapmamanın ne kadar gereksiz olduğunu, nerede nasıl yattığımızın değil de, nerede nasıl, ya da ne hâlde uyanacağımızı, ya da uyanamayacağımızı, uyuduğumuz yorganın, yerine, moloz yığınlarının altında kalabileceğimizi düşünebiliyor muyuz?
Düşünemiyorsak, biz gaflet uykusundayız demektir. Çünkü, bunlar olan şeyler, olabilecek şeyler.
Bu yüzdendir ki, herkes ama istisnasız herkes bu afetleri, felaketleri, gaflet uykusundan uyanmak için bir vesile yapmalı, ders almalı, afetlerin getirdiği yıkımı unutulmamalı, zenginliğin, malın mülkün makamın emanet olup aslolan şeyin insanlık olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
Bakın, kimsenin kalbini kırmayalım. Hele sevdiklerinizin kıymetini bilelim. Yediğimizi içtiğimizi israf etmeyelim.
Rabbimiz tarafından bize emanet verilen şu hayatımızı, canımızı, ne zaman nerede teslim edeceğimiz de belli değil.
Bu vesile ile, Edirne’den Kars’a kadar bu güzel ülkenin her il her ilçe ve her köyünde, hiçbir siyasî mensubiyet olmadan nasıl ki yardıma koştu ise, ben de hepsine sonsuz teşekkür ediyorum. Biz millet olarak aslında buyuz.